 |
Site İstastiği |
 |
|
şu ana kadar 67035123 sayfa izlenimi aldık. Başlangıç: 01/02/2003
|
|
|
 |
| |
Gönderen:huseyin Tarih: 04/06/2025 03:14
KAYIP RUHUN PEŞİNDE! …
Nisa DURAK - Dünya Helal Vakfı Hanımlar Kurulu
“Ne aradığını bilmeyen, bulduğunda tanıyamaz." hakikati meşhurdur. Toplum olarak kaybettiğimiz kıymetlilerimiz var. Onlar ki nice zamanlar dünyamıza da ahiretimize de rahmet olmuştu. Unuttuklarımızı hatırlamaya, kaybettiklerimizi bulmaya, canlı bir akıl ve kalple gayret kemerini kuşanmaya vesile olması arzusuyla KAYIP RUHUN PEŞİNDE “Şuur, Medrese ve Medeniyetin Yeniden İnşaası” adlı 10 bölümlük yazı dizisini sizlere sunuyoruz.
Okumak aramaya, aramak bulmaya vesile olsun...
1. Bölüm: Erkam’ın Evi – Sesler, Gölge ve Diriliş
Gece, Mekke sokaklarına çökmüştü. Yıldızların solgun ışığı, dar sokakların taş duvarlarına vuruyordu. Ama o duvarların ardında, dünyanın seyrini değiştirecek bir ev vardı. Küçük, mütevazı, belki de önünden geçenlerin fark etmediği bir ev… İçindeki nefesler, bir devrim başlatıyordu.
Burası, Erkam bin Ebi’l-Erkam’ın evi. Dışarıdan bakınca sıradan bir mekân gibi görünse de içinde bir medrese ruhu vardı. Henüz camiler, medreseler, ilim meclisleri kurulmamıştı ama burası bir mektepti. Burada sadece bilgi değil, bir ruh inşa ediliyordu.
İlk vahiy geldikten ve tebliğin ışıkları yayılmaya başladıktan sonra, Mekke’nin ileri gelenleri güçlerini kaybetmekten korkmaya başlamıştı. Zulüm artmış, hakikati arayanlar gizlenmek zorunda kalmıştı. Müslümanların toplanabileceği güvenli bir yer gerekiyordu. İşte bu yüzden Erkam’ın evi, bir sığınak oldu. Burası yalnızca bir sığınma noktası değil, aynı zamanda bir eğitim ocağıydı.
İçeride gençler vardı. Ellerinde ne kitaplar vardı ne de kalemler… Ama kulaklarında Kur’an’ın ayetleri yankılanıyordu. Peygamberimiz (ﷺ) onlara sadece dini öğretmiyor; bir ahlak, bir duruş, bir kimlik kazandırıyordu. Burada öğrendikleri bilgiler yalnızca ezberlenen sözler değil, hayata yön veren bir şuurdu. İşte bu yüzden Erkam’ın evi, İslam’ın ilk medresesi sayılırdı.
Bugün her evin duvarları var ama ruhu yok. Kitaplıklarımız dolu ama hikmet eksik. Erkam’ın evinde yetişen gençler bir medeniyet inşa etti, bugünün gençleri ise sanal dünyada kayboluyor. Çünkü biz, eğitim anlayışımızı kaybettik.
Medrese, yalnızca taş duvarlardan ibaret bir bina değildir. Medrese bir bilinçtir, bir ruhtur. Medrese insanı eğitmek için vardır. Eğer bu ruh kaybolursa ne kadar büyük okullar inşa edersek edelim, içi boş kalır. Bugün en iyi okullardan mezun olan gençler ülkelerine değil, yurt dışına hizmet etmeyi düşünüyor. Çünkü eğitimleri ruhsuz, çünkü gerçek ilim yuvası olan medrese anlayışımızı kaybettik.
İşte tam bu noktada Daru’l Halal Medresesi gibi kurumların önemi ortaya çıkıyor. Medrese eğitim modeli; köklerinden kopmadan, kendi medeniyet ve tarihine yabancılaşmadan yetişme imkanı sunuyor. Erkam’ın evindeki eğitim nasıl bir kimlik inşa ettiyse bugün de aynı ruhu yeniden inşa etmemiz gerekiyor.
Yeniden bir Erkam’ın evine ihtiyacımız olduğu aşikar. Peki biz ne yapacağız? Bir sonraki bölümde, bu sorunun cevabını “medrese eğitim modeli” üzerinden ele alalım.
2. Bölüm: Taş Duvarların Ardındaki Bilgelik
Medrese denince bugün çoğumuzun zihninde sararmış kitaplar, taş duvarlar, toprak zeminli odalar, belki bir çaydanlık tütmesi canlanır. Oysa bu manzara yalnızca şekildir. Esas olan, o taş duvarların ardındaki ruhtur; bir bakışta öğüt veren, bir susuşta hikmet taşıyan sessizliktir. Medrese, bilgiyi ezberleten değil; insanı inşa eden bir mekteptir.
Bir medresede sabah ezanı sadece vakti değil, hikmeti de haber verirdi. Talebe abdestin suyuyla uykusunu değil, gafletini yıkardı. Hocanın kapısı ilim için çalınmazdı yalnızca; edep için, ahlak için, şuur için çalınırdı. Orada müfredat, satırlarla sınırlı değildi. Bir hocanın oturması, kalkması, susması bile dersti. Çünkü orada esas olan haldi, sadece kâl değil.
Zaman aktı, yüzyıllar değişti. Taş duvarlar hâlâ ayakta ama içindeki bilgelik yavaşça terk etti o mekânları. Bugün duvarlarımız yüksek, sıralarımız kalabalık. Ama gözler boş, gönüller yorgun. Eğitim sistemimiz büyük ama cansız bir gövdeye, ruhu olmayan bir yapıya dönüştü.
İşte bu yüzden bir kez daha düşünmeliyiz: Medrese nedir? Bir bina mı, eski bir hatıra mı, yoksa bir sistem mi?
Medrese, bir insan inşa etme biçimidir. Sadece öğretmek için değil, dönüştürmek için vardır. Taş duvarlar içinde değilse bile, bir yürekte kurulur aslında. Hikmeti taşıyacak bir gönül varsa, orası bir medresedir. Çünkü medrese sadece bir mekân değil, bir ruhtur.
Peki neden unuttuk? Neden kaybettik? Çünkü biz, eğitimi nicelikle ölçmeye başladık. Not ortalamaları, başarı belgeleri, sınav dereceleri… Oysa eskiden bir talebenin başarısı secde süresiyle, tebessüm ahlakıyla, sabırla ölçülürdü. Bir gencin ilim yolunda sarf ettiği geceler, diplomasından daha kıymetliydi. Bizse geceleri ekranlara, gönülleri ekranların ardına verdik.
Daru’l Halal Medresesi gibi kurumlar bu kaybolan ruhu yeniden çağırıyor. Külliyeye değil, gönüllere inşa edilen bir eğitim anlayışıyla... Modernliğe karşı değil ama modernliğe teslim olmadan... Geleneği günümüze küstürmeden, geleceğe de kök salarak. Bu medrese sadece ders anlatmıyor; bir bakış, bir duruş, bir yön kazandırıyor.
Çünkü biz şuna inanıyoruz: Bir milletin geleceği gökdelenlerinde değil, öğrencisinin gözündeki parıltıda saklıdır. Ve o parıltı sadece bilgiyle değil, hikmetle yanar.
Taş duvarlar ardındaki o eski bilgelik yeniden dirilmeli. Çünkü insanlık yalnızca teknolojiyle değil, hikmetle yükselir.
Taş duvarlar susar bazen,
Ama suskunlukta yankılanır hakikat.
Bir talebenin yorgun alnı,
Bir hocanın sessiz bakışı,
Bir ayetin kalpte doğuşu…
İşte medrese odur.
Ne bir sıva, ne bir çatı,
Ne kalabalık ne reklam gerek ona.
Yeter ki yürek hazır olsun,
Yeter ki diz çökecek bir gönül bulunsun.
Çünkü ilim yalnızca kitapta yazmaz,
Işık, yalnızca lambadan doğmaz.
Daru’l Halal’de bir çocuk,
Belki sabahın sessizliğinde uyanır,
Eline kitap değil, kalbini alır.
Öğrenmek için değil sadece,
Olmak için yola çıkar.
Ve biz deriz ki:
Geriye değil, derine bak!
Medrese, mazide değil sadece;
Senin içinde bir yerde,
Unutulmuş bir dua gibi bekler.
Uyan da o duayı bul…
Çünkü kaybettiğimiz medrese değil,
Kaybettiğimiz kendimiziz.
3. Bölüm: Çanakkale – 15’liklerin Şehadete Koştuğu Yer
Çanakkale sabahı, denizin tuhaf bir sükûnetiyle uyanıyordu. Soğuk bir rüzgâr, toprakla buluşarak Gelibolu’nun yüksek tepelerinden içeriye doğru sızıyordu. Güneş henüz göz kırpmamışken toprağın yumuşak kollarına düşecek binlerce yürek bekliyordu.
Ve işte, o yürekler gençti. Henüz tam anlamıyla büyümemiş ama bir milletin kaderini sırtlayacak kadar güçlü, derin ve kararlıydılar. Çantaları yoktu. Duruşları vardı. Bu gençler, birer idealin simgesiydi. Kalemleri yerine tüfekleri ellerindeydi ama her biri bir askerden çok, bir düşünür gibi hareket ediyordu. Çünkü onlar sadece savaşmak için değil, savaşırken hayatın derin anlamlarını da idrak edebilmek için oradaydılar.
İşte bu çocuklar, medreselerde biçimlenmiş bir kültürün mirasçılarıydı. Çanakkale’deki savaş, fiziksel bir zaferin ötesindeydi; ruhları şuurla yoğrulmuş, ahlakla inşa edilmiş bir neslin mücadelesiydi. Bilgi, ellerindeki kitaplardan değil; göğüslerindeki imandan akıyordu. Sadece milletin değil, tarih sahnesinin de savunucusuydular.
Onların cesareti sadece vücutlarındaki kaslardan değil; medrese odalarında işlenen bilgelikten, hakikate olan derin bağlılıktan besleniyordu. Gönüllerinin derinliklerinde taşıdıkları sorumluluk duygusuyla siperlere doğru ilerlerken, ruhlarıyla da bir savaş veriyorlardı. Aradıkları yalnızca zafer değil, içsel bir onurdu.
Çanakkale’deki cephe, medrese eğitiminden geçen bir neslin sadece toprağını savunmakla kalmayıp ruhunun da savaşını verdiği bir alan oldu. Orada yüreklerini ortaya koyan her genç, medrese kültürünün öğrettiği tek bir gerçeği yüreğinde taşımaktaydı: “Vatan sadece bir yer değil, her yönüyle bir kimliktir ve bu kimliği yaşatacak olanlar ancak bir medrese terbiyesiyle yetişmiş, ahlak ve şuur sahibi bireylerdir.”
4. Kaybettiklerimiz ve Kaybolan Ruh
Bir zamanlar bir öğrenci, hocasına sadece bilgi almak için gitmezdi; diz çökerken edebe, susarken hikmete yaklaşırdı. Bugün öğrenci yalnızca sınav sorusu ister, öğretmen yalnızca slayt sunarsa kalp ve kalem birbirinden kopmuş, zihin öğrenmiş ama gönül yetim kalmış demektir.
Eğitim artık bir yarış pisti… Başlangıç çizgisinde çığlıklar var ama varışta bir sessizlik: anlam eksikliği. Diploma var, yön yok. Başarı var, amaç yok. Ve belki de en acısı, bilgi var ama bilge yok...
Bir zamanlar okullarda ilim bir meşale gibiydi. Şimdi ekran ışıklarıyla karışmış bir fosfor… Gözümüz kamaşıyor ama yol görünmüyor. Çünkü ruh kayboldu. Eğitim sadece zekâyı değil, yüreği de beslerdi. Şimdi zihinler dolu ama kalpler sessiz. Ne hayret var ne de huşu. Ne tevazu kaldı ne de yavaşlık…
Ey okuyucu, sana soruyorum! Kaç genç “Nasıl bir insan olayım?” sorusunu sordu en son? Kaç okul “Sen kime yaramak için bu bilgiyi alıyorsun?” diye düşündürdü? Biz o büyük soruları unuttuk. Artık sadece cevaplar arıyoruz. Ama sorusu olmayan cevap, sadece boşluk doğurur.
İşte bu yüzden Daru’l Halal Medresesi gibi merkezler, yeniden soru sormayı öğretiyor:
“Senin ilmin kime iyi geliyor?”
“Senin eğitimin hangi yetimi doyuruyor?”
“Senin şahsiyetin, kimin duasına dönüşüyor?”
Kaybettiğimiz bilgi değil, onu taşıyan ruhtu. Ve o ruh, hâlâ bazı taş duvarlarda saklı. Ama daha çok unuttuğumuz bir duada, terk ettiğimiz bir defterde ve susturduğumuz vicdanımızda...
5. İlim ve Ahlak: Medrese Geleneğinin Unutulan Yüzü (Genişletilmiş)
Bir zamanlar medrese duvarlarının arasında yalnızca kelimeler değil; kalpler de şekillenir, gönüller de yoğrulurdu. Taş zeminlerin üzerine serili hasırların üzerinde oturan gençler ilim öğrenmekle kalmaz, her cümlenin içinde kendilerini inşa ederlerdi. Kitaplar yalnızca bilgi sunmaz, aynı zamanda hikmetin izini sürerdi. Hocaların dudaklarından dökülen her harf ruhta bir yankı uyandırır, bir ahlak tohumu gibi zihne düşerdi.
O günlerde ilim yalnızca aklın değil, kalbin de terbiyesiydi. Bugünse modern eğitim yapılarında bilginin yükü artmış ama hikmetin sesi kısılmıştır. Bilmek ezbere, anlamak istatistiğe, yaşamak yarışa dönüşmüştür. Oysa medrese geleneğinde bilmek bir eylemdi; kalpte başlayan, hayata yayılan bir inşa süreciydi.
Bir talebe hocasının sadece sözlerine değil, susuşuna da dikkat ederdi. Çünkü suskunluk bazen bir cümleden daha fazla konuşurdu. Sabah ezanı yalnızca günün başlangıcını değil, gönlün temizlenmesini de haber verirdi. Talebe abdestiyle sadece ellerini değil, nefsini de yıkardı. Ve müderrisin dersi sadece deftere değil, kalbe de yazılırdı.
İmam Gazali'nin "İlim ahlakla birleşmezse felakete dönüşür." ikazı boşuna değildi. Bugün birçok yerde bilgi çoğaldı ama insan küçüldü. Akademik kariyerler yükseldi ama vicdanlar sustu. Teknoloji büyüdü ama merhamet küçüldü. Çünkü kalbi eğitmeyen her sistem, insanı güçlü kılsa dahî yönsüz kılar.
Oysa medresede bir talebenin başarısı sınavla değil; sabırla, edeple ölçülürdü. Bir tebessüm, bir selam, bir sessizlik bazen en büyük sınavın kendisiydi. Bugün nice belgeler; başarı belgeleri, onur listeleri hazırlanıyor ama hangi genç kendisine şu soruyu soruyor: “Ben nasıl bir insan oldum?”
Bugünün eğitim anlayışında gönüller boşaldı, hedefler küçüldü, değerler sessizliğe büründü. Oysa bir zamanlar bir medrese, bir şehri aydınlatmaya yetiyordu. Çünkü bir hakikat taşıyıcısı, bin kuru bilgi sahibinden daha çok ışık yayıyordu.
İşte bu yüzden medrese yalnızca bir eğitim kurumu değil, bir ruhun korunağıdır. Orada bilgi hikmetle, başarı ahlakla yoğrulur. Bugünün yeniden dirilişi ancak bu terk edilmiş mirası yeniden diriltmekle mümkündür. Çünkü biz bilgiyle değil, bilginin taşıdığı şuurla ayakta kalırız.
6. Medeniyetin İnşası: Geçmişin Mirası, Geleceğin Temelleri
Medeniyet sadece sütunlar, kubbeler, yollar değildir. Gerçek medeniyet insandır. Taş üstüne taş koymadan önce, gönül üstüne anlam koyan bir inşa sürecidir. Ve o anlam ilimle değil, ilmi yöneten bir ahlâkla büyür.
Osmanlı bir devletti ama ondan önce bir düşünceydi. Fatih yalnızca İstanbul’un kapılarını değil, bir zihniyetin kapılarını da aralamıştı. Sahn-ı Seman sadece ilim yuvası değil; hikmetin, adaletin, tevazunun ve sabrın birlikte yoğrulduğu bir ocağın adıdır. Peki ya bugün?
Bugün gökdelenler yükseliyor ama insan alçalıyor. Laboratuvarlar kuruluyor ama hayatın anlamı çözülemiyor. Eğitim kurumları çoğalıyor ama eğitim incelip kayboluyor. Çünkü biz ilmi çoğalttık ama insanı unuttuk. Artık mezunlar çok ama kendini adamış insanlar az. Sertifika var, seciye yok. Üniversite var, hikmet yok. Bilgi var ama kime, ne uğruna sorusu eksik.
Ey geleceği kurmak isteyen kardeşim! Bir binanın temeli çatlarsa üst katlar süs olsa ne olur? Bir insanın içi boşsa dışındaki markalar onu kurtarır mı? İşte bu yüzden yeni bir anlayışa, yeni bir mimariye ihtiyacımız var. Bu mimari betonla değil, kavramlarla yükselir. Bu eğitim yalnızca form doldurmaz, ruh doldurur. Darul Helal Medresesi gibi yapılar, geçmişin birikimini geleceğe taşıyan bir köprü gibidir. Ne geçmişe takılı kalır ne de geleceğe körleşir. Kökleri eski ama dalları yeniye uzanır.
Yeniden sormalıyız: Eğitim sistemimiz bir medeniyet mi kuruyor, yoksa sadece iş gücü mü yetiştiriyor? Gerçek bir medrese yalnızca öğreten değildir, dönüştürendir. İnsanı, duayı, niyeti ve emaneti bir araya getirendir.
Bir gün bir genç “Ben neden okuyorum?” diye sorarsa işte o gün medeniyet yeniden başlamıştır.
7. Daru’l Halal Medresesi ve Yeni Nesil Eğitim Modeli
Her çağ kendi insanını arar. Bu arayış bazen teknolojide, bazen siyasette, bazen de fikirde vücut bulur. Ancak çağlara yön veren asıl değişim, insanın nasıl yetiştirildiğiyle ilgilidir. Bugünün dünyasında mesele artık “Eğitim var mı?” sorusu değil, “Eğitim neyi inşa ediyor?” sorusudur. İşte Daru’l Halal Medresesi tam da bu soruya cevap vermek üzere doğdu.
Daru’l Halal Medresesi bir bina değildir. Bir sistem, bir anlayış, bir nefes alış biçimidir. Burada eğitim bir yarış değil, bir yolculuk olarak tanımlanır. Öğrenci yalnızca bilgiye ulaşan değil; bilgiyle ahlakı birleştiren, değerle donanmış bir şahsiyet olarak yetiştirilir.
Modern eğitimde başarı sınav puanlarıyla ölçülürken Daru’l Halal Medresesinde bir talebenin başarısı ne kadar derin düşündüğü, ne kadar hikmetle hareket ettiği ve topluma nasıl hizmet sunduğuyla değerlendirilir. Sınıf geçmekten ziyade, insan olgunlaşması önceliklidir.
Bu modelde eğitim üç sac ayağına dayanır: İlim, edep ve hikmet. Bilgi sadece ezberle değil, sorgulamayla öğrenilir. Ahlak sadece nasihatle değil, yaşantıyla öğretilir. Hikmet ise kitaplardan değil, hayatın içinden alınır.
Daru’l Halal Medresesinin müfredatı, klasik metinlerle modern düşünceyi bir araya getirir. Fıkıh, kelam, tefsir gibi geleneksel ilimlerin yanı sıra; çağın meselelerine dair düşünce tarihi, teknoloji ahlakı, şehir sosyolojisi gibi dersler de yer alır. Amaç, geçmişin birikimini bugünün ihtiyaçlarıyla konuşturmaktır.
Bu kadim medrese modeli, yalnızca bilgi dağıtan bir yer değil; medeniyet üreten bir merkez olmayı hedefler. Her mezun akademik kariyerin ötesinde, yaşadığı toplumun derdiyle hemhal olan birer “ruh taşıyıcısı” olur.
Daru’l Halal Medresesinde öğrenci olmak sadece ders dinlemek değil, bir davaya adanmak anlamına gelir. Çünkü burada asıl maksat insanı bilgiyle değil, anlamla buluşturmaktır. Ve o anlam; hayatın her alanına yön veren bir ahlâk, bir şuur ve bir adanmışlıkla birlikte yürür.
Geleceğin eğitim modeli ne yalnız gelenekçi, ne de yalnız modernist olabilir. Onu yaşatacak olan; kökleri mazide, ufku istikbalde olan bir sentezdir. Daru’l Halal Medresesi işte bu sentezin adıdır.
8. Zihinsel Sömürgecilik: Gençliğin Hayallerini Kim Çaldı?
Bir milletin topraklarını işgal etmek kolaydır ama bir milletin zihnini işgal etmek, onu içten içe yok etmektir. Bu; kılıçsız bir savaşın, kurşunsuz bir istilanın adıdır. Zihinsel sömürgecilik bir ulusun önce aynadaki siluetini siler, sonra yüreğindeki sesi kısmaya başlar. Geriye başkasının hayalleriyle yaşayan bir nesil kalır.
Bugünün gençliği büyük şehirlerde, ışıklı ekranların önünde büyüyor. Ellerinde akıllı cihazlar, zihinlerinde yabancı ekranların sesi var. Bir zamanlar dedeleri çınar gölgelerinde hikmet dinlerdi, bugün torunları algoritmaların belirlediği içeriklere gömülmüş durumda. Göz, uzak diyarların pırıltılarına kilitlenmiş; kulak, kendi tarihinin sesine sağır hale gelmiş.
Ruhu başka iklimlerde üşüyen genç artık kendi şehrini soğuk, kendi yüzünü silik görüyor. Paris’in sokakları ona özgürlük, Kudüs’ün taşları ise suskunluk gibi geliyor. Oysa ne oldu da kendi toprağını dar, kendi rengini solgun görmeye başladı? Bunun adı ne yoksulluk ne de cehalet… Bunun adı, zihinsel işgalin inceltilmiş halidir.
Bu işgalde tank yoktur, asker yoktur. Ama reklamlarla, dizi sahneleriyle, sosyal medya ikonlarıyla kuşatılmış bir dünya vardır. Gençler artık kendilerine ait olmayan hayalleri yaşıyor, başkalarının ürettiği kimlikleri giyiyor. Bu da onları sessizce benliksizleştiriyor. Kendi dilini eski, kendi geleneğini kaba, kendi inancını “geride kalmış” sanıyor.
Oysa bir milletin ruhunu diri tutan şey, başka milletlerin göz kamaştıran vitrinleri değil; kendi öz benliğine tutunduğu kökleridir. Ve bu kökler unutuldukça ağaç çürümeye başlar, dıştan yeşil görünse de içten içe kurumaya mahkûmdur.
Zihinsel sömürgecilik sadece aklı çalmaz, aynı zamanda gönlü de teslim alır. Bu yüzden çözüm sadece eğitim reformu değil, bir ruh devrimidir. Eğitim yalnızca bilgi aktarımı değil, bir aidiyet inşasıdır. Bu inşa nerede başlar? Medresede.
Çünkü medrese sadece öğreten, metin ezberleten bir kurum değildir. Medrese bir millettir. Orada talebe yalnızca okumaz, ait olur. Bir kültürün, bir duruşun, bir hissedişin içine doğar. Medrese gençliğe kendini değil, özünü hatırlatır.
Zihinler kurtulmadan, coğrafyalar özgürleşemez. İşte bu yüzden, bugün gençliği yeniden kendisine döndürecek; ona kendi sesini, kendi rengini, kendi idealini yeniden fısıldayacak bir eğitim anlayışına ihtiyaç var. Çünkü hayaller çalındığında, gelecek susar. Ve geleceği ancak kendi rüyasında yürüyen bir gençlik kurabilir.
9. Şuur, Fedakârlık ve Yeniden Diriliş
Şuur, bir insanın sadece uyanık olması değildir; nerede durduğunu, kime ait olduğunu ve neyi savunduğunu bilmesidir. Fedakârlık ise bu bilinci konforun önüne koymaktır. İşte bir milletin yeniden doğuşu, bu iki kelimenin omuzlarında yükselir: şuur ve fedakârlık.
Bugün gençlik bilgiye kolay ulaşıyor ama bilincin yükünü taşımakta zorlanıyor. Her şey hazır, her şey hızlı, her şey konforlu... Fakat aslolan rahatlık değil, anlamdır. Şuur bir yükleniştir. İnsan neyi neden yaptığını bildiğinde yoldan sapmaz. Ve o zaman fedakârlık bir kayıp değil, bir kazanç olur.
Tarihte nice milletler sadece ordularla değil, uyanmış fertlerle ayağa kalktı. Çanakkale’deki isimsiz nefer, bir tarih dersi görmeden ama büyük bir şuurla yürüdü merminin üzerine. Onun ruhunu medresede mayalayan ise sadece bilgi değil, hakikat karşısında gösterdiği teslimiyetti.
Bugünün eğitim sistemleri, başarı için koşan ama niçin koştuğunu bilmeyen insanlar yetiştiriyor. Oysa medrese geleneği bilgiyi önce kalbe indirir, sonra dile taşır. Şuur zihinsel bir farkındalık değil, bir duruş meselesidir.
Artık durma değil, dirilme zamanıdır. Diriliş sadece geçmişe dönmek değil, geçmişin ruhuyla bugünü yeniden şekillendirmektir. Şuur olmadan ilim körelir, fedakârlık olmadan medeniyet çöker. Bu iki kavram, bir milletin kalbidir. O kalp attıkça toplum yaşar, sustuğunda tarih sessizliğe gömülür. Bugün susan değil; düşünen, hisseden ve yanan bir gençliğe ihtiyaç var.
10. Emaneti Taşımak: Erkam’ın Evi’nden Çanakkale’ye Ulaşan Ruh
Bir zamanlar Mekke’nin sessiz bir evinde, sesler yankılanıyordu. Ne taşlar konuşuyordu ne de duvarlar ama içeride bir ruh uyanıyordu: Erkam’ın evi. Orada atılan her adım, Kur’an’la şekillenen bir medeniyetin temellerini atıyordu. O evde başlayan yolculuk, asırlar sonra Çanakkale siperlerinde devam etti.
Çanakkale’de toprağa düşen her beden aslında bir eğitimin, bir terbiyenin, bir ruh mirasının temsilcisiydi. Çünkü o gençler yalnızca asker değil; ilimle yoğrulmuş, şuurla donanmış bir nesildi. Kur’an ile büyümüş, medreseyle mayalanmış, fedakârlıkla yoğrulmuşlardı. Bugün biz, o ruhun devamıyız. Ama aynı zamanda büyük bir sorumluluğun da taşıyıcısıyız.
Erkam’ın evinde başlayan emanet sıradan bir bilgi değil, bir ruh halidir. Çanakkale’de o ruh vatanı savundu. Peki biz bugün o emaneti ne yapıyoruz? Koruyabiliyor muyuz? Taşıyabiliyor muyuz?
Emanet ağırdır. Çünkü o sadece geçmişi anlatmaz, gelecek için de yön verir. Şimdi görev, bu emaneti geçmişin izinden bugünün sorularına taşımaktır. Şehirlerin gürültüsünde kaybolmuş gençliğe yeniden Erkam’ın evini fısıldamaktır. Siperlerde şehadete koşan o neferin ardında yatan ruhu anlamaktır.
Her genç bir emanettir. Her kelime bir taşıyıcıdır. Her doğru eğitim, bir ruhu daha diriltir. Bugünün gençleri artık yalnızca diploma değil, bir dava taşımalı. O dava ne siyasetle sınırlı ne de kuru bilgiyle doludur. O dava Hz. Muhammed’in (ﷺ) Daru’l Erkam’da başlattığı, Çanakkale’de şehit kanlarıyla devam eden ve Daru’l Halal Medresesi gibi ocaklarda yeniden doğacak olan büyük yürüyüştür.
|
|
| |
 |
Haber Puanlama |
 |
|
Ortalama Puan: 4.42 Toplam Oy: 7

|
|
|
 |
|
|